ZEKİ ŞAN


ISTANBUL’U HARACA BAĞLAYAN KABADAYILAR (2) 2025/2

.


ISTANBUL’U HARACA BAĞLAYAN KABADAYILAR (2)

2025/2

 

Eski İstanbul kabadayılığı, Yeniçeri zorbaları ve kabadayılarının meşruiyetlerini ocaktan ve ortalardan (ocak bölüğü) aldıkları “ocak dönemi” ile mahalle ve semtlerden aldıkları “mahalle dönemi” olarak ikiye ayrılırlar.

1580’lerden itibaren Yeniçeriler, Kapıkulu Sipahilerine göre daha geri plandaysa da 1648’de Sultanahmet’teki Sipahi-Yeniçeri çatışmasının ardından öne çıkmaya başlamış, bu da ocak içerisindeki çıkar amaçlı grupların oluşumuna zemin hazırlamıştır.

1648’deki bu kıyımı, Arnavut kökenli ocak ağalarının liderliğinde Kapıkulu Sipahilerini geri plana itildiği,

1703’de Yeniçeri içerisindeki “zorba” unsurlar piyasalara, ticarete dâhil olmuştur. Özellikle 1730’da Patrona Halil İsyanı’ndan itibaren ocak içerisinde zorbalık organize hale gelmeye başlamıştır.

Şehir asayişinin sarsıldığı dönem Yeniçeri zorbalarının haraç toplamaları ve şehrin sokaklarında çeşitli sebeplerle birbirleriyle dahi kanlı kapışmalara girmeleri olağan hale gelmektedir, “Boğaz Yamakları” yahut “Kargalar” olarak anılan Karadenizli askerler Kabakçı Mustafa liderliğinde şehre hâkim hale gelmiş, Bu dönemde İstanbul’da haraç toplayan ve kendi otoritelerini tesis eden Yeniçerilerin etkisinde kalan mahalle delikanlıları, kabadayılığı cazip bulmuş, kendilerini mahallelerinin koruyucuları ve “Yeniçeri ortaları” (Her bir orta belli bir muhitin, semtin asayişinden mesuldü) olarak tanımlamışlardır.

Bu sosyokültürel dönüşüm taşrada da etkisini göstermiştir. Yeniçeri kabadayılarının o dönemdeki “sözlü kanunları ve teamülleri” öylesine yerleşmişti ki, belli başlı tabirler onlarla anıla gelmiştir. Kollukları yani karakolları, ki ekseriyetle kahvehaneler olmuştur, “orta yoldaşımızdır”, “ayaktaşımızdır” denilerek suçluların korunduğu yerlere dönüşmüş, ocaklı olmanın nüfuzundan istifade amacıyla esnaftan, kayıkçılardan, hamallardan, tellaklardan, ayaktakımından, baldırı çıplaklardan, hayta güruhundan kişiler Yeniçeri olarak yazılmaya başlamışlardır. Yeniçeri kabadayılarının kolluğu olan kahvehanelerin üst katları bekâr odalarına dönüştürülmüş, sayıları yüzleri bulan eli bıçaklı, baldırı çıplak bekâr uşaklarını yanlarına toplayıp kendi çetelerini teşkil etmişlerdir.

Bu kimseler mensup oldukları ortayı gösterip hasımlarını sindirebilmek için baldırlarına, kol, pazı ve göğüslerine mensup oldukları Yeniçeri ortasının nişanlarını, yani işaretlerini dövme olarak işletmişlerdir.

İstanbul limanlarına mal ve erzak getiren tüccar gemilerine orta nişanı taşıyan baltalar asarak yahut “tayyarat” adı altında ahalinin inşaatlarına orta nişanı taşıyan kazma, kürek asarak buralardan haraç toplamış, bazen nişanlarına, yani “namuslarına” başka ortalarca el sürüldüğünde birbirleriyle kanlı kavgalara girmişlerdir.

Yeniçerilerin sokaklarında dolaştıkları vakitlerde İstanbul’da 13-14 yaşındaki çocuklara kadar erkeklerin sokağa bıçaksız çıkmadığı, ayaktakımı arasında bıçağın erkeğin namusu olarak kabul edildiği ifade edilmiştir ki kanlı kavgalarına “bıçak altından geçirme” demişlerdir. İstanbul sokaklarında hançerden başka silah taşıyamayan Yeniçerilerin, kapışma için “yatağan bıçaklarını” sıyırıp sırtlarındaki keçe pelerinlerini ellerine sarmalarıyla gelenek başlamıştır, Kabadayılık, zorbalık yolunda karşılıklı vuruşma ve öldürme demek olan “it dalaşları”nda düşmanlarını korkutup sindirmiş olanlardan “filanı bıçağı altından geçirmiş” diye bahsedilmiştir. Yine namlı Yeniçeri zorbaları için kullanılan “bıyığını balta kesmez” tabiri de bununla alakalıdır. İt dalaşları bazen teke tek, bazen de çeteler arasında bıçaklı palalı “sokak muharebesi” şeklinde gerçekleşmiş, kanlı düellolarda hasım taraflar Galata’daki Hendekbaşı yahut dönemin halk ağzındaki ismiyle “Kanlı Hendek” denilen yere gelerek kapışmışlardır.

II. Mahmud’un hem taşradaki hem de şehirdeki zorbazlara karşı takip ettiği merkezileşme politikası doğrultusunda attığı adımlarla etkisini yitiren Yeniçeriler, 1826’daki son ayaklanma girişimleri akabinde top ateşi altında kırılarak ilga edilmişlerdir.

Yeniden doğuş: Tulumbacılar, Yeniçeriliğin ilgasını takiben, bilindiği gibi köklü bir değişim dönemine gidilmiştir,Kabadayılık bu dönemde kahvehane ve tulumbacılık gibi kurumların üzerinden yeniden doğmuş, her mahallede tulumbacı takımları kurulmuştur. Tulumbacı talim yerleri ve tulumba sandıkları ünlü kabadayıların yetiştiği yerler olmuştur.

1896’da Arnavut kabadayılardan Esat Toptani Paşa’nın kardeşi Tiranlı Gani Bey devrin ünlü kantocularından Kamelya’yı öldürerek sarayın adının karışabileceği bir skandalı kendince önleyince, Beyoğlu sokaklarında ve kumarhanelerinde yükselmeye başlamış, ardından Sadrazam Halil Rifat Paşa’nın oğlu, devrin bir başka hovardası Cavid Bey’le ters düşmüş, 1899’da bir başka kabadayı meşrep paşa olan Hafız Paşa tarafından öldürülmüştür. Cavid de Gani’nin intikamını almak amacıyla ağabeyinin İstanbul’a gönderdiği İşkodralı Hacı Mustafa tarafından vurulmuştur.

Bu tarihten itibaren kabadayılar yine görülmeye devam etmiştir,

1950’lerde ve 1960’larda uluslararası kaçakçılıkla ilişkiler neticesinde daha organize hareket etmeye başlayan nam sahiplerinin çıkışıyla “kabadayılık” folklorik bir mahiyet almaya başlamıştır.

İstanbul’u titreten Ermeni ve Run Kabadayılar; Osmanlı sosyal hayatının önemli bir parçası olan kabadayılar, kendilerini mahallenin düzenini sağlamakla sorumlu görürlerdi; ancak 20. yüzyılın başından itibaren bozulan sistem, onları suç âleminin önemli bir parçası haline getirdiği,

Yamalı Yorgi, Arnavutköylü balıkçı Miltiyadis’in 1892 doğumlu oğlu Yorgi, Ayazma’da küçükken babasıyla balığa çıkarak mesleğin inceliklerini öğrenir. 11 yaşında, balık pişirdiği tavanın sandalda devrilmesiyle yüzünün çeşitli yerleri yanar. Bu yüzden lakabı “yamalı”dır.

17 yaşındayken tartıştığı bir balıkçıyı Rumelihisarı’nda bıçaklaması, daha sonra bu kez Kandilli’de ağ atma kavgasına bulaşır ve tartıştığı dört kişiyi yaralaması, bu vukuattan sonra, esas geçim kaynağı karmanyolacılık olmuştur, yani şehrin ıssız yerlerinde insanları sıkıştırıp paralarını alır. Bu sırada İzmir’li Despina’ya âşık olur ve birlikte Ayazma’da yaşamaya başlarlar. 1921’de Bebek’te kendisine haraç vermeyen bir faytoncuyu ve Ortaköy’de bir kahveciyi öldürmesiyle, şehrin korkulan adamlarından biri olur. Boğaz’ın Rumeli yakasının haracını o toplamaya başlar, Osmanlı zaptiyelerinden defalarca kez kaçmayı başarır. “Su testisi su yolunda kırılır” misali, 1923’te Arnavutköy’de bir kuytuda ölü bulunur.

Kesik Nikola, 1884 yılında İstanbul’da doğan Nikola’nın çocukluğu, Zindankapı’da babası Yorgo Efendi’nin yaptığı közlemeleri satmakla geçer. Babası, Nikola küçük yaştayken ölünce, bir süre daha işi devam ettirmesine rağmen, ne hamur tutmasını, ne de yağda közleme yapmasını beceremediğinden işi tutturamaz. Bir müddet de hamallığı dener. Fakat gözü kolay para kazanma yollarındadır. Genç ve kuvvetlidir. Haraç almaya ilk kez babasının dostu Tatyos Efendi’den başlar. Bir süre sonra yaşlı adam direnince, Nikola ilk vukuatına imza atar. Babasının en iyi arkadaşını jiletle yaralar. Artık başka bir yola girmiştir. Jilet atmakta ustalaşır, bileği de kuvvetlidir. Kısa süre de Zindankapı’nın hamallarını haraca kesmeye başlar. Artık “Unkapanı’nın dayısı”dır. Sabahtan akşama Mihal’in Kahvesi’nde oturup ayağına getirilen haraçların keyfini sürer. Haracını vermek istemeyen dört kişiyi yaralar, Rıza isminde bir hamalı da öldürür. Bir kavgasında yüzünden yaralanır ve bu yara sol yanağından gözüne kadar bir bıçak izi bırakır. Bundan sonra adı Kesik Nikola’dır.

Polis peşine takıldığında da sevgilisi Olga’nın Kasımpaşa Ziba’daki evinde saklanır. Nikola, işlerini büyütmekte kararlıdır. Bazı kumarhaneler ve randevu evlerini kendisine bağlar. Beyoğlu’nda nâmı yürüyordur artık. Fakat ismi, 1922’de İstanbul’da adını yeni duyurmaya başlayan Laz Hüseyin tarafından Şık Manol’un kumarhanesinde öldürülmesiyle, İstanbul sokaklarından silinir.

İstanbul Külhanbeyleri, kabadayıları, Osmanlı devrinde İstanbul fethedilince, memleketin çeşitli yerlerinden İstanbul’a göç edip, toplum düzenini bozan külhanbeyleri, barınacak yerleri olmadığından hamamların külhanı dediğimiz hamam ateş ocaklarında yatıp kalkarlar, bundan dolayı da kendilerine külhanbeyi denilir, İstanbul Külhanbeylerinin bir numarası Gedikpaşa Hamamı olduğu, öyle herkes külhanbeyi olamazdı külhanbeyi adayları özellikle 11–15 yaşlarındaki kimsesiz çocuklar arasından bir imtihanla ocağa kabul edilirlerdi.

Tören şöyleydi: Külhanbeyi adayı çarşı pazar dolaşır, topladığı erzakla hamama gelir ve pişen yemek yenir. Kefene benzer gömlekler giyilir, ekmekler tuza banıp taraflarca yenir ve dua ile “kardeşlik merasimi” sona ererdi. Külhan bildiğin hamamda yatan kalkan serseri tayfası, Külhani de denilen bu Osmanlı'nın evsiz barksız serseri tayfası ve aynı zamanda kabadayı anlamına da gelmektedir. Kendine göre bir giyim tarzı vardır,

Kelime Farsça'dan dilimize geçmiştir. Yine serseri diye tanımlayacağımız başka bir muadil kelime de yine Farsça olup ser-kafa seri- ahmak, ahmak kafa anlamına gelmektedir. Bir başka görüşe göre sarsar şeklindeki Farça kökenden gelmektedir.

Zamana bu tür kişilere artık mafya dendiği, bir çoğu silahla yada kesici aletlerle ortalıkta dolaştıkları, yanlarında adamlarının olduğu bilinmektedir.

Araştırma ve kaynaklar internet sitelerinden yapılan incelemeler neticesinde derlenerek hazırlanmıştır. 10.03.2025

  • BIST 100

    9338,58%0,68
  • DOLAR

    37,95% 0,33
  • EURO

    42,53% 0,13
  • GRAM ALTIN

    3888,14% 0,44
  • Ç. ALTIN

    6217,27% 0,00
  • Cuma -0.1 ° / -4.3 ° Yoğun kar yağışlı
  • Cumartesi 5.2 ° / -2.5 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazar 5 ° / -3.1 ° Bölgesel düzensiz karla karışık yağmurlu

Kütahya

11.04.2025

  • İMSAK 04:54
  • GÜNEŞ 06:24
  • ÖĞLE 13:10
  • İKİNDİ 16:50
  • AKŞAM 19:46
  • YATSI 21:10